“…merhamet de zulmün bir parçası; ne bana acıyın ne de çocuğuma.
Merhamet zulmün merhemi olamaz!”
Bu sözler Zülfü Livaneli’nin yeni kitabı "Huzursuzluk"un kahramanı Ezidi kızı Meleknaz’a ait. Acıları üzerine konuşmuyor
Meleknaz, yüreğine çökeni bakışlarıyla anlatıyor.
İbrahim gazetecidir. Çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine
yaşadığı İstanbul’un o keşmekeş kalabalığından sıyrılıp Mardin’e doğup
büyüdüğü topraklara gider. Niyeti arkadaşının ölümünü araştırmaktır.
Hüseyin’in büyük bir tutkuyla sevdalandığı yezidi (ezidi) kızı Meleknaz’ın
peşine düşer. İçine düştüğü girdap tüm gizemiyle onu diplere doğru çekerken
diğer taraftan da bir Ortadoğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır. IŞID
zulmü... İbrahim’e bu konuda ilk anlatı arkadaşı Mehmet’in babası Fuat
amcadan gelir. Bu bölüm için, kitabın en can alıcı kısımlarından biri diye
bilirim;
“Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Hırs, haris,
ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Develer çölde üç hafta aç
susuz yemeden içmeden yol alabilirler. Ama bunların çölde çok sevdikleri
bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparıp çiğnemeye başlarlar.
Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan tadı ile dikenin tadı devenin çok hoşuna gider. Yedikçe kanar,
kanadıkça yer. Eğer engel olunmazsa deve kan kaybından ölür. Bunun adı
haresedir. Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum. Tarih boyunca
birbirlerini öldürür ama kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kan tadından
sarhoş olur.”
Livaneli, bu romanında orta doğunun en insafsız yüzünü, savaşı, yoksulluğu,
vatansızlığı, açlığı, ölümü, bir paket sigaraya satılan Ezidi
kızlarını, ölümden beter kaçışları anlatıyor. Kendi kanına doymayan
doğunun haresesini, batının tükenmek bilmeyen ırkçılık hareketleriyle,
acının ve kanın kaderini birleştiriyor, IŞID saldırısından yaralanarak
kurtulan Hüseyin, gittiği Amerika da ırkçıların saldırısıyla ölüyor.
Kan akıtmakta doğudaki harese ne ise batıdaki ırkçılıkta aynı. İnsan hayatı
ve insana verilen değer söz konusu olduğunda hangisi daha masum sayılır ki.
İşte Livaneli, romanında bu ayrıntıyı, İbni Haldun’un “coğrafya
kaderdir” ve Kavafis’in “
şehir ardından gelir” söyleriyle anlatmış.
İbrahim, yıllar sonra döndüğü bu Mezopotamya şehrinde
çocukluğununnostaljisini yaşarken diğer taraftan da Meleknaz’ı aramaya devam
ediyor. Bir kez olsun görebilme isteği… Sesini duyma, bir kez olsun
gözlerine bakabilmek, onunla konuşabilmek için içindeki karşı koyamadığı
isteğe engel olamıyor. Zihninde ise meleknaz hakkında duyduklar...
Romanda bir de Hüseyin’in, Meleknaz’a yazdığı Arapça şiirler var,
“Sevgilinin ayakları altında ezilen üzüm gibi / Lal renkli şaraba
dönüştüm ben / Bu yüzden razıyım ezilmeye.” bir başka şiirde,
“
Daha üzüm asması yaratılmadan sarhoş olanım ben / Sen doğmadan önce
aşkınla berduş olanım ben.”
Orta doğunun o binlerce yıllık destansı aşk masallarında kendini çöllere
dağlara vurmuş bağrı yanık aşıklarını düşününce acaba orta doğunun aşkları
da harese mi diye kendime sormadan edemiyorum.
Okurken, Hüseyin’in, Meleknaz’ınZilan’ın ve daha nicelerinin hikayesine
tanık oluyorsunuz. Her biri yürek dağlayan hikayeler olsa da Livaneli, her
zaman ki dingin ve uysal anlatımıyla bir sayfadan diğerine geçiriyor bizi.
Derken merhametin ne olduğunu yeniden sorgulamaya başlıyorsunuz. İşte tam da
bu noktada zihinlere yerleşmiş tanımları yerle bir ediyor, yazar.… Doğunun
haresesi ve görmezden gelinen gerçekleri ile yüzleşirken merhametin en sert
ve huzursuz eden yüzü ile karşılaşıyorsunuz. Üslubunu asla bozmadan
yapıyor bunu Livaneli,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder